Davranışçı yaklaşım,
uyaranlarla davranışlar arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışır. Davranışçı
yaklaşımın önde gelen isimleri olarak (o meşhur köpek deneyiyle) Ivan Pavlov,
Edward Thorndike, John Broadus Watson, B. Frederic Skinner, E. Ray Guthrie’yi sayabiliriz.
Bu isimler arasında John
Watson, davranışçı ekolün kurucusu olarak görülür. Çünkü Watson, 1913’te
yayınladığı ve bazıları tarafından “Davranışçı Manifesto” olarak adlandırılan
makalesinde Pavlov’un ve Thorndike’ın çalışmalarını da değerlendirerek, psikolojinin
bilinçle değil sadece davranışlarla yani gözlemlenebilir olan olaylarla
ilgilenmesi gerektiğini yazmış ve bu makaleyle yaptığı devrim sonucunda
“davranışçılığın kurucusu” adını almıştır. Ancak Pavlov’un, 20. yy’da psikoloji
alanında en fazla atıf yapılan 24. kişi olması ve 1904’te Nobel Tıp ödülü
alması da göz önünde bulundurulduğunda, alana çok büyük etkisinin olduğu aşikârdır.
Watson ve Skinner’ın
davranışçılığı, bilinç gibi gözlenemeyen kavramları yok sayar ancak son dönem
davranışçılar, davranışçılığa bilinci de dâhil etmiş olup birçoğu kendisini
bilişsel davranışçı olarak adlandırmaktadır. (Aslında Skinner bunların (duygu
vs.) varlığını kabul etmiş ancak gözlenemediği ve davranışı açıklamakta faydalı
olmadığını düşündüğü için yok saymıştır.)
Yukarıda ismi geçen
kişilerin katkıda bulunmasıyla oluşmuş çok sayıda davranışçı kuram olmasına
rağmen şu iki tür koşullanma, davranışçılıkta önde gelir: Klasik Koşullanma
(Pavlov) ve Edimsel Koşullanma (Skinner).
Koşullanma; bireyin,
belirli bir uyarana her zaman aynı tepkiyi vermesidir. Buna, son derece üzücü
bir haber (mesela bir yakınımızın ölmesi) aldığımızda ağlamamız örnek
verilebilir. Burada uyaran, üzücü haberdir; tepki ise ağlamadır.
Klasik Koşullanma
Öğrenmenin davranışsal
yaklaşımda sistematik olarak ele alındığı ilk öğrenme kuramıdır. Pavlov bunu,
“öğrenmeyi davranışsal yaklaşımda sistematik olarak ilk çalışan ben olayım”
diye almamıştır.
Bir fizyolog olan ve
bundan da önemlisi, üniversiteye gitmek için kilisenin verdiği dini eğitimi
bırakacak kadar öğrenmeye meraklı olan Pavlov, köpeklerin sindirim sistemi
üzerine çalışmalar yaparken, köpeklerin salya miktarının ete, zamana ve diğer
uyaranlara bağlı değişimini fark etmiştir. Köpeğe et verince salya artmaktadır
ama et henüz ağzına girmeden (köpek, eti gördüğünde) de artmaktadır. Hatta et
getirilirken ayak sesleri duyulduğunda bile köpeklerde salya miktarı artışı
olduğu dikkatini çeken Pavlov, bu artışın nedenini merak ederek zilli deneyler
yapmaya karar vermiştir.
Pavlov, köpeklerin
ağzına, salyayı biriktiren bir tüp düzeneği yerleştirir ve köpeklere ne zaman
et verse, beraberinde zil çalar. Bir süre böyle yaptıktan sonra, sadece zili
çaldığında bile (et vermese bile) köpeklerdeki salya miktarında artış olduğunu
tespit eder.
Pavlov'un, ağzına tüp yerleştirdiği deney köpeklerinden biri, Rusya'daki Pavlov Müzesi'nden. |
Eti anladık da, et vermeden sadece zil çalındığında salya neden artıyor? Zil de et gibi yiyecek bir şey mi?
Psikoloji terimleriyle
anlatacak olursak, et köpekler için koşulsuz
uyarandır. Yani bir şarta, herhangi bir öğrenme yaşantısına bağlı
olmaksızın salya miktarını artırmaktadır (tepki oluşturmaktadır). Ancak zil, (en
başta) nötr uyarandı. Yani salya
miktarını artırma tepkisine yol açan (tepki oluşturan) bir uyaran değildi. Her
et verildiğinde beraberinde zil çalındı. Köpekler bir süre sonra, et verilmese
bile zil çalındığında salya salgıladılar. Dolayısıyla zil, koşullu uyaran haline geldi.
Koşullanma öncesi: Zil
sesi -> Tepki yok | Et-> Salya
Koşullanma süreci: Önce zil sesi, hemen ardından Et-> Salya
Koşullanma sonrası: Zil sesi -> Salya
Koşullanma süreci: Önce zil sesi, hemen ardından Et-> Salya
Koşullanma sonrası: Zil sesi -> Salya
Koşullu uyaranın (zilin)
uzun bir süre koşulsuz uyaran (et) olmadan kullanılması, bir süre sonra sönmeye neden olur. Sönme, koşullu
uyaranın özelliğini kaybedip nötr uyaran haline gelmesi olarak açıklanabilir.
Koşullu uyaran olan zili uzun süre çalar ve et vererek etle
ilişkilendirmezseniz, bir süre sonra, zil çalınmasına rağmen salya miktarı
azalarak oluşmaz hale gelir. Bu, zille ilgili öğrenilenlerin unutulması
değildir, zilin etle ilişkisiz olduğunu içeren yeni bir öğrenme sürecidir.
Sönme gerçekleştikten
sonra köpekler tekrar laboratuvara (Pavlov azmetmiş ve başka uyaranlarla
karışmaması için etrafı samanlarla kaplı özel bir laboratuvar hazırlamıştır)
alınıp onlara zilin hemen ardından et verildiğinde, zilin tekrar koşullu uyaran
haline geldiği görülmüştür. Bu, kendiliğinden
geri gelme olarak ifade edilir.
Bu noktada genelleme ve
ayırt etme kavramlarından da bahsetmeliyiz. Genelleme, koşullu uyarana benzer uyaranlara aynı tepkinin
verilmesidir. Zil sesini duyan köpeğin salyalarının artmasının yanında başka
seslere de salya artışı şeklinde tepki vermesi, genellemedir. Ayırt etme ise bunun zıddı olup,
uyaranların farkına vararak farklı uyaranlara tepki oluşturmamadır.
Pavlov’un deneyi Watson tarafından, Albert Deneyi ile insana da uyarlanmıştır. Watson, Albert adındaki 11 aylık bir bebeğe beyaz bir fare göstermiş ve herhangi bir korku tepkisiyle karşılaşmamıştır. Hatta bebek, fareyle neşeli bir şekilde oynamıştır. Daha sonra, bebek fareye her uzanışında bir çekiçle çeliğe vurularak şiddetli ses oluşturulmuştur. Bir süre sonra bebek, fareyi ne zaman görse, ortamdan ağlayarak uzaklaşmaya çalışmıştır. Hatta sadece fareye değil; tavşana ve kürklü giysilere bile ağlama tepkisi vermiştir (genelleme).
Pavlov’un deneyi Watson tarafından, Albert Deneyi ile insana da uyarlanmıştır. Watson, Albert adındaki 11 aylık bir bebeğe beyaz bir fare göstermiş ve herhangi bir korku tepkisiyle karşılaşmamıştır. Hatta bebek, fareyle neşeli bir şekilde oynamıştır. Daha sonra, bebek fareye her uzanışında bir çekiçle çeliğe vurularak şiddetli ses oluşturulmuştur. Bir süre sonra bebek, fareyi ne zaman görse, ortamdan ağlayarak uzaklaşmaya çalışmıştır. Hatta sadece fareye değil; tavşana ve kürklü giysilere bile ağlama tepkisi vermiştir (genelleme).
Klasik koşullanmaya son
bir örnek olarak, yemek saatine yakın bir vakitte mutfaktan gelen çatal-kaşık,
tabak seslerini duyduğumuzda ağzımızın sulanması verilebilir.
Ancak unutulmamalıdır ki,
klasik koşullanma süreçleri bu kadar net gösterilmesine rağmen, uyaranın beyne
ulaşması ve beyinden tepki emrinin çıkması arasında kalan sürecin ayrıntıları
henüz bilinmemektedir.
Klasik koşullanmanın
eğitim ortamlarına uyarlanması sınırlıdır ancak ortamı olumlu duygularla
ilişkilendirmek suretiyle eğitim ortamıyla ilgili olumlu duyguların
geliştirilmesi için kullanılabilir.
Edimsel Koşullanma
Klasik koşullanmada
birey, doğal bir tepkiyi vermeyi öğrenir. Yani koşulsuz uyaranla zaten doğal
olarak verilen tepki, koşullu uyaranla verdirilir. Köpek zaten bazı maddelere
her halükarda salya salgılamaktadır. Zil uyaranına tepki olarak salya
salgılamak çok değerli bir öğrenme değildir. Ama mesela bir köpeğe akrobatik
hareketler yapmayı öğretmek bundan daha değerlidir. İşte Skinner’ın ortaya
koyduğu edimsel koşullanma, bireyin doğal olarak yapmadığı bir şeyin
yapılmasını öğrenme yolunu aydınlatır. Edimsel koşullanmanın şekil verme ve zincirleme süreçlerini kullanarak yeni davranış öğreniminden
bahsedelim.
Şekil verme tekniğiyle
öğretmede direkt olarak nihai hedefteki davranışın kendisi öğretilmez. Bunun
yerine, hedef davranışa benzeyen ama çok daha basit bir davranışla başlanır ve
o davranış pekiştirilir. Ondan sonra basamak basamak, hedef davranışa daha
fazla benzeyen ve dolayısıyla daha zor davranışlar pekiştirilirken önceki
basamaklardaki basit davranışlar pekiştirilmeyerek sönmeye uğratılır. Son
basamakta nihai hedefteki davranış pekiştirilir ve önceki bütün basamaklar
sönmeye uğrar.
Örnek verecek olursak; sütür
atma bilgisine sahip olan ve bu işi becerebilen ama sütür atmaktan korkan bir
tıp öğrencisinin eline hemen sütürü ve iğneyi verip kolu yarılmış hastanın
yanına göndermektense önce kağıda daha sonra makete sütür atması sağlanır. Bir
süre sonra gerçek hastaya sütür atan birinin yanında 1 dakika, sonra 5 dakika,
sonra daha fazla durur; daha sonra yaraya eliyle dokunur. Basamak basamak
alıştırılır. En son basamakta gerçek hastaya sütür atması sağlanır. Şekil verme
tekniğiyle öğretmede basamak analizi önemlidir.
Zincirleme tekniğiyle
öğretme ise daha çok, beceri gerektiren sıralı işler için uygundur. Zincirleme
tekniğiyle öğretme tekniğine, tıp öğrencisine ilk yıllarda öğretilen sütür atma
becerisi örnek olarak gösterilebilir. Bu teknik için önce, hedeflenen
davranışın beceri analizi yapılmalıdır. Beceri analizi, o davranışı oluşturan
basamakların ortaya konulmasıdır. Sütür atma becerisinin beceri analizini
yapınca “yarayı bol suyla yıkayınız, yaranın etrafına bir spançla antiseptik
solüsyon sürünüz, yaranın etrafını bezle kapatınız, elinize portegüyü alınız,
portegüyle iğnenin üst üçte birlik kısmından tutunuz, …” gibi bir sıralamayı
takip ederiz. Bu beceri aşamaları yapılırken eğitici, uyaranlar ve ipuçlarıyla
pekiştirme yapar ve davranışın öğrenilmesi sağlanır.
Pekiştirmeden çokça
bahsettik, şimdi pekiştirmenin ne olduğundan ve türlerinden bahsedelim.
Pekiştirme, “izlediği
davranışın süresini ya da sıklığını artıran durum ya da olay” olarak
tanımlanır.
Olumlu pekiştirme, hedeflenen davranış yapıldıktan sonra hoşa
gidecek uyaran vermedir. Mesela bir öğrencinin istenen bir hareketi yapmasından
sonra ona gülümseme, başını okşama, maddi/manevi ödül verme, olumlu
pekiştirmeye örnektir. Verilen uyarana pekiştireç
denir. Pekiştireçlerin kişide yarattığı etki, kişiye göre değişir. Mesela
birinin algısında, kitap okumak hoşa gitmeyen bir şeyken; diğeri için ödül
olabilir.
Olumsuz pekiştirme ise, hoşa gitmeyen bir faktörü yok ederek o
davranışın sıklığı ya da süresini artırmaya teşvik etmektir. Mesela hedeflenen
belli bir davranışı yapan asistan hekimin o ay diğer arkadaşlarından daha az
nöbet tutacağının söylenmesi, hekimlerde, o davranışı yapmaya istek uyandırır.
Burada dikkat edilmesi gereken noktalar, nöbetin hoşa gitmeyen bir görev olarak
algılanması ve hedeflenen davranış yapıldığında bu hoşa gitmeyen görevin
azalacak olmasıdır. Sırf olumsuz pekiştirme yapmak için ortama hoş olmayan bir
faktör koymak, davranışçılar tarafından yanlış bulunmaktadır ama mecburen var
olan hoşa gitmeyen faktörleri olumsuz pekiştirme için kullanmak uygun
bulunmaktadır.
Pekiştireçlerin iki türü
vardır. Birincil pekiştireçler, kişinin biyolojisinden dolayı pekiştireçtir.
Yeme içme ve benzeri bütün biyolojik ihtiyaçlarımız, birincil pekiştireçler
olup pekiştireçlik özelliğini neredeyse hiçbir zaman kaybetmezler. Bunlar daha
çok, küçük yaşlarda ve düşük eğitim seviyesindeki insanlarda kullanılasıdır.
Reklamlarda birincil
pekiştireç olarak cinsellik kullanılmaktadır. Bizim gibi soldan sağa doğru
okuyan toplumlara sunulan reklamlarda, satılmak istenen ürün sola, bize onun
ödülüymüş gibi gelmesi istenen çekici kadın görüntüsü pekiştireç olarak sağa
koyulmaktadır. Reklamlar bir yana, eğitimde birincil pekiştireçlerin dozajını
uygun ayarlamak yani yoksunluğun ve doygunluğun oluşturacağı muhtemel olumsuzlukları
engellemek önemlidir.
Bu tip pekiştireçlere
günlük hayatta alışageldiğimiz ve bu yüzden pekiştireç olduğunu fark
etmediğimiz örnekler verebiliriz: Her ay belli bir günde memurlara verilen maaşlar
(sabit aralıklı pekiştireç), tekstil atölyesinde çalışan işçilere verilen parça
başı ücret (sabit oranlı pekiştireç).
İkincil pekiştireçler ise
biyolojik olarak mutlak ihtiyacımızın olmadığı ama elde edince hoşumuza giden
uyaranlardan oluşur. Bunlar, doğuştan itibaren her zaman pekiştireç değildir,
öğrenilme sonucu pekiştireç olmuşlardır. Bir çocuk için “aferin” denmesi,
memnuniyetin gösterilmesi, yıldız verilmesi, parkta beraber oyun oynanması buna
örnek olabilir. Yetişkin içinse yapılanın bire bir takdir edilmesi ya da
topluluk önünde övülmesi örnektir. Birincil pekiştireçlerin kaynağı sınırlı
olduğu için her zaman sunmak zordur ama “aferin”in, övgüyle bahsetmenin kaynağı
asla tükenmez. Tükenmemesine rağmen, fazla kullanımda değerinin azalacağı da
unutulmamalıdır.
Pekiştireçlerin yanında,
bunun zıttı yönünde işlev gören yani ardından geldiği davranışın süresini ve
sıklığını azaltan ceza vardır. Davranışçılar
genelde cezanın eğitimde kullanılmasına karşıdırlar ve en son başvurulacak
yöntem olarak görürler.
Edimsel koşullanmada da
sönme kavramı yer alır. Sönme, pekiştirilen davranışın pekiştirilmemeye
başlamasıyla azalıp yok olmasıdır.
Skinner’ın edimsel
koşullanması, eğitim alanında bilgisayarların kullanılması ile bazı alanlarda
uygulanmıştır. Oyun şeklinde tasarlanan ve öğrenci doğru cevaplar verdikçe üst
seviyelere geçmeye izin veren yani uygun davranışı pekiştiren uygulamalar buna
örnektir.
Davranışçılığın Felsefi Arka Planı
Görüldüğü üzere
davranışçılık, uyaran ve tepki üzerine kuruludur. Bu ikisi arasındaki
gözlenemeyen olaylar, duygular, güdüler hiç bahis konusu değildir. Bunun
nedeni, Watson’ın yaşadığı dönemde dünyaya hâkim olan pozitivist anlayıştır.
Pozitivist anlayış, aydınlanma
sonrası ortaya çıkmıştır. Orta Çağ Avrupası’nda doğaüstü inanışlar ve kilisenin
dogmaları insanların hâkim yaklaşımını oluşturuyordu ancak aydınlanma ile
beraber zihinlerde bir dönüşüm oldu. Bilginin tek kaynağı “deney ve gözlem”
olarak görülmeye başlandı.
Newton doğadaki fizik
kanunlarını buldu. İnsanlar güneşin, ayın, atılan bir taşın ne zaman nerede
olacağını bu kanunlara göre tespit etmeye başlayınca pozitivist anlayışa büyük
bir güven meydana geldi. Onlara göre her şeyin kanunu, bizim ötemizde bizden
bağımsız olarak keşfedilmeyi bekliyordu. Yeterince deney ve gözlem yaparsak bu
kanunları keşfedebilir ve her şeye hükmedebilirdik. Bu yüzden, sosyal alana da
hükmeden kanunlar olduğunu varsayıp onları keşfetmeye çalıştılar.
Fizikte meydana gelen
büyük gelişmelerin ve Darwin’in Evrim’i sonucunda esen rüzgâr; o sıralarda iç
gözlemi, duyguları, bilinci konu edinen psikolojiyi itibarsızlaştırıyor ve
küçümsenmesine neden oluyordu. İşte davranışçılık; psikolojideki duygu, güdü,
dürtü, bilinç gibi gözlenemeyen bileşenleri yok sayarak, o güne kadar iç gözlem
tekniğiyle soyut alana odaklanan anlayışı reddederek psikolojinin kanunlarını deney
ve gözlemle bulma ve böylelikle psikolojiyi “adam yerine koyulan” bir bilim
dalı haline getirme çabasının ifadesidir.
Davranışçılar,
hayvanlarda uygulanan deneylerin insanlarda da geçerli olduğunu kabul ederler.
Hatta insanı bir “organizma”dan ibaret görürler, bütün canlılar basit ya da
karmaşık mekanik bir sistemlerdir. Uyaran girdi olarak alınır, tepki çıktısı
verir. Bu girdiler ve çıktılar üzerine çalışılarak “öğrenme”nin doğası çözülür.
Sonuç
Davranışçı yaklaşım,
bilinç gibi yadsınamaz bir gerçeği gözden kaçırdığı için büyük bir eksikliğe sahiptir.
Yok sayması, “zamanın ruhu”nun oluşturduğu bir durumdur. 1950’lerden sonra,
davranışçılıktan çok daha kapsamlı olan bilişselci anlayışın gölgesinde
kalmıştır. Eksikliğe rağmen, psikolojiye getirdiği soluk asla küçümsenemez.
Kaynaklar
https://en.wikipedia.org/wiki/Ivan_Pavlov
https://en.wikipedia.org/wiki/John_B._Watson
https://en.wikipedia.org/wiki/B._F._Skinner
Eğitim Psikolojisi, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları
Sosyolojiye Giriş, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları
Öğrenme ve Öğretme, Yüksel Özden, Pegem Akademi
Öğrenme ve Öğretme, ed: Zeki Kaya, Pegem Akademi
https://en.wikipedia.org/wiki/John_B._Watson
https://en.wikipedia.org/wiki/B._F._Skinner
Eğitim Psikolojisi, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları
Sosyolojiye Giriş, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları
Öğrenme ve Öğretme, Yüksel Özden, Pegem Akademi
Öğrenme ve Öğretme, ed: Zeki Kaya, Pegem Akademi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder